Selçuk İdrisoğlu- Postkolonyalizm Perspektifinden Üç Farklı Film Kritiği

Selçuk İdrisoğlu- Postkolonyalizm Perspektifinden Üç Farklı Film Kritiği

POSTKOLONYALİZM PERSPEKTİFİNDEN ÜÇ FARKLI FİLMİN KRİTİĞİ: MODERN ZAMANLAR, KESİK, KARA ŞAHİN DÜŞTÜ

1.GİRİŞ

                          20. yüzyılın ortalarına kadar dünya sineması da aynen siyaset, uluslararası ilişkiler, ekonomi, sanat gibi alanlarda vücut bulduğu şekliyle kolonyal zihin dünyasının egemenliği altındaydı. Hollywood yani ABD sineması ve Avrupa sineması birçok alanda olduğu gibi sinema alanında da sömürgeciliğini ve emperyalizm tesirini beyaz perdeye alabildiğine yerleştirmekteydi ve hala da ellerinden geldikçe devam etmekteler. Ancak özellikle 1960 sonrası dekolonizasyon süreçlerinin ve bu dönemin “postkolonyal” kelimesiyle kavramsallaşmasının önünü açan fikir adamlarının teorileriyle “Afrika Sineması” ve “Üçüncü Sinema” akımları meydana çıkmışlardır. Ne yükselen Afrika sineması ne üçüncü sinema akımı tam manasıyla postkolonyal söylemlerin bayraktarlığını yapmak iddiasında değiller elbette. Burada çizmek istediğimiz çerçeve kolonyal düşüncenin aynı düşün dünyasında olduğu gibi ciddi bir karşıt tezle, postkolonyalizmle sahneyi paylaşmak zorunda olduğu düşüncesidir. Sömürgecilik ve sömürgeciler, emperyalizm ve emperyalistler hangi alanda sözlerini yükseltiyorlarsa postkolonyal teorinin de o alanlarda yükseltecek çokça sözü mevcuttur. Doğrudan teorinin kendisi üzerine kurgulanan bir film çekilebilir mi, tartışılabilir. Ancak gerçek şu ki, postkolonyal düşünce artık ciddiyetle ele alınmakta, kolonyal zihinlere bu alanda yalnız olmadıklarını, pekâlâ karşı tezlerinin de üretilebildiğini göstermektedir.

                          Çalışmamız bu minvalde içerik ve konu olarak birbirinden bağımsız üç filme tek perspektiften, postkolonyal teori perspektifinden bakmayı amaçlamıştır. Öncelikle postkolonyal teoriye giriş bâbında bir kısa tanımlama yapmaya, akabinde ise her biri müstakil başlıklar halinde “Modern Zamanlar”, “Kesik” ve “Kara Şahin Düştü” isimli filmleri gerek doğrudan işaret ettikleriyle gerekse film kareleri arasına gizledikleri arka planlarıyla bu teori ekseninde yorumlamaya çalışacağız.

 

 

 

                          2. POSTKOLONYALİZME GİRİŞ – “PG101”

              “Sizin olmayan bir dünyanın ateşiyle aydınlanıp ısınıyorum.”
Frantz Fanon

                          Edward Said 1978’de yazdığı “Şarkiyatçılık” adlı eserinde Batı’nın kendisini hangi kodlarla var ettiğini anlatmaya çalışır ve batılı düşüncelerin var ettiği kolonyal bilgiyi eleştirir. Şarkiyatçılıkta yer alan tartışmalar ışığında postkolonyalizm teorisi isimlendirilmeye, tanımlanmaya ve temellendirilmeye başlamıştır. Özellikle emperyalizm, kapitalizm, sömürgecilik, yeni-sömürgecilik gibi siyaset çarklarında aşırı örselenmiş kavramların anlam yitimi göstermeye başladığı noktada “postkolonyalizm” çarpıcı ve niteliği yüksek bir yaygınlık kazanmıştır.[1]

Postkolonyalizm terimine başından beri ihtiyatla yaklaşan, sorunu hayli kompleks hale gelmiş bir emperyalizm ve emperyal özne bağlantısı içinde düşünmeyi öneren Gayatri Chakravorty Spivak ise, en sonunda yaptığı şeyin ‘postkolonyal aklın eleştirisi’ olduğunu bu ifadeyi kitabının başlığı yaparak ilan etmiştir.[2] Yine poskolonyalizme dair temel argümanlarda imzası bulunan Frantz Fanon, ırk ve sömürge ilişkilerinin “öteki”nin varlığını yok saymaya dayandığını ve “öteki”ne var olmak için kendisini “ötekileştirene” benzemekten başka bir çare sunmadığını vurgulamıştır. Bu doğrultuda sömürülen ancak kendisini sömürenin kültürüne adapte olduğu ölçüde “insan” olarak kabul görecektir! Hint kökenli bir edebiyat teorisyeni olan Homi Bhabha ise sömürgeci söylemin bir taraftan “yerlinin” medenileşerek kendisine benzemesi gerektiğini vurgularken, diğer yandan da “farklı” oldukları için asla kendilerine benzeyemeyeceklerini düşündüğünü söyler.[3] Marcus Garvey, George Padmore, Aime Cesaire, Amilcar Cabral, Dipesh Chakrabarty gibi akademisyen, aktivist, siyasetçi ve fikir insanları da gerek bizzat sahada aktif mücadeleleri gerekse eserleriyle kolonyal zihniyete karşı postkolonyal söylemin ortaya çıkmasına katkı sunan isimlerden başlıcalarıdır.

                          Batı’nın modern dünyada girişeceği sömürgecilik eylemlerini meşrulaştırmak için pek çok araç kullandığı ve geri çekildiği bölgelere tekrar nüfuz ettiği gibi söylemlerin yükselmesiyle beraber, postkolonyalizm de kendini iyice hissettiren bir teori hâline gelmiştir. Temelleri batı dünyasında atılan teori, daha sonra doğulu bilim insanları tarafından benimsenmiştir ve bugünün uluslararası ilişkilerini anlamada oldukça etkili hâle gelmiştir. Geçmişten günümüze Batı’nın amaçlarını uygulamada ekonomik, hukukî, siyasî, kültürel, teknolojik, ticarî, askerî unsurları, sanat ve insanî değerleri kullandığı ve ayrıca hedef bölgelerde yaşayan insanları “ilkel, geri kalmış, vahşi, baskı altında, özgürleştirilmesi gereken, modernleşmeye ihtiyacı olanlar” olarak niteleyerek sömürgeciliğe meşru bir zemin hazırladığı görüşleri zihin dünyalarında zemin bulmuştur.[4] Örneğin meşhur Fransız yazar ve düşünür Voltaire “zenciler canlılar hiyerarşisinde maymunla insan arasında bir yerde bulunmaktadır. Dolayısıyla hümanizmin kapsamı içinde değerlendirilmeleri gerekmez” diyebilmiştir.[5] Yine bir Fransız filozof ve yazar olan Ernest Renan’da Sami ırkı “insan doğasının aşağı bir bileşimi, Hint Avrupa ırkının yarattığı muhteşem resmin bir kara kalem taslağı” olarak gördüğünü belirtebilmiştir.[6] İşte bu tarz söylemlere karşı geliştirilen anti dil postkolonyalizmi şekillendiren temel tezlerinin oluşmasının yolunu açmıştır.

                          1950-1960 yıllarındaki dekolonizasyon akımlarıyla birlikte özgürleştiği ve bağımsızlaştığı düşünülen doğu dünyası hâlâ batının kültürel, siyasî, askerî ve ekonomik saldırılarına maruz kalmaktadır. Bununla birlikte, batı gücünü, kültürünü, tarihini, dilini, sanatını, siyasî yapısını, sosyal ilişkilerini, ekonomisini, sanatını üstün gösterme çabalarıyla, ileri toplum olduğunu kanıtlamaya ve “geri kalmış” toplumlara müdahale hakkını meşrulaştırmaya çalışmaktadır.[7]

                          “Post” öneki “sonra/sonrası” anlamına gelse de postkolonyalizmi, sömürgeciliğin ve kolonileştirmenin tamamen bittiği sömürgecilik sonrası dönem olarak değerlendirmek daraltılmış bir anlam olacaktır. Bunun yerine postkolonyal teoriyi bir manada, bugün dünyada yaşanan neokolonyalizm ya da yeni sömürgecilik sürecine bir tepki/eleştiri olarak da düşünebiliriz. Zira günümüzdeki gelişmelere, eylemlere ve söylemlere yakından bakıldığında güçlü devletlerin mevcut pozisyonlarını korumak ve daha da güçlenmek için güçsüz devletlere yönelik “modern sömürgecilik” uyguladıkları görülmektedir. Bu yeni sömürgecilik dönemi daha önceki dönemlerdekine nazaran, ekonomik, siyasî, felsefi, kültürel, toplumsal gibi pek çok boyutu olan karmaşık bir süreci temsil etmektedir. Batı’nın içinde bulunduğumuz dönemi, yani yeni sömürgecilik sürecini meşrulaştırma çabaları son yıllarda özellikle sanat alanında görülmektedir. Kendisini modern/gelişmiş olarak niteleyen dünyada hazırlanan edebiyat ve sinema eserlerinde, açık veya gizli bir şekilde kolonyal öğelere bolca rastlanılmaktadır. Sanatsal eserler aracılığıyla batı kültürü ve değerlerinin üstünlüğü ve bunun karşısında doğu dünyasının geri kalmışlığı bilinçaltlarına işlenmeye çalışılmaktadır.[8] Çalışmamıza konu olan noktada tam olarak bu sanat adı altında dayatılmaya çalışılan kolonyal anlayıştır. İnceleyeceğimiz üç filme de bu nazardan bakıp postkolonyal kestirmelerde bulunmaya çalışacağız.

                          3. MODERN ZAMANLAR (1936): KENDİ SİLAHIYLA VURULMAK

            Amerikan sinema endüstrisi Thomas Edison’a daha fazla patent ücreti ödememek adına 1900’lerin başında New York’tan Kaliforniya’nın Hollywood bölgesine taşınmıştı. Yani bugün gücüne kudretine birçok devletin bile sahip olmadığı o meşhur Hollywood, varoluşunu bir bilim adamının emeğinin gasp edilmesi üzerine bina etmiştir. Uzun yıllardır kimsenin inkar edemeyeceği şekilde küresel şebekelerin “kara propaganda” makinesi görevini ifa eden Hollywood, daha kurulurken bile nice kirli tezgahlardan geçmiş demek ki… Öyle ki geçimini bu sinema endüstrisinden kazanan kişiler bile var olan düzeni sert şekilde eleştirmişlerdir. Mesela ünlü oyuncu Marilyn Monroe Hollywood için; öpücüğünüze on bin dolar, ruhunuza beş sent verdikleri yerdir” demiştir. Yönetmen Rene Clair sistemin adeta Hitler faşizmine benzediğini söyleyerek “1940'da Hitler ile Hollywood arasında bir tercih yapmam gerekiyordu. Hollywood azıcık daha ağır bastı” beyanında bulunmuştur. Oyun yazarı ve yönetmen Moss Hart ise “Burası dünyanın en güzel esir pazarı” söylemiyle bedelini alarak nasıl kendilerini esir ettiklerini anlatmıştır. Yine meşhur bir oyuncu ve senarist olan, ayrıca aykırı karakteriyle de bilinen Charlie Chaplin; hem bu kara düzeni eleştirmiş, hem de filmlerinde yerden yere vurmuştur. Kritiğimizde bahsedeceğimiz Charlie Chaplin’in “Modern Zamanlar” filmi de dönemi itibariyle Hollywood sinema endüstrisi dahil tüm endüstrilerin hızla makineleştiği, küresel kapitalizmin endüstrilerin çarklarını ölümüne hızlandırdığı bir yandan da ekonomik buhranların yaşandığı bir dönemin içeriden ve sert eleştirisi niteliğindedir.

            20. yüzyılın başlarında Frederick Winslow Taylor tarafından kuramlaştırılan ve kendi adıyla anılacak olan “Taylorizm” akımı, tam da ekonomik buhranlarla sarsılan sermaye odağı kapitalist güç odaklarının ekmeğine yağ sürecekti. İşçiyi, emekçiyi, çalışanı bir makine gibi gören Taylorcu anlayış insanların hiçbir hakkını gözetmeksizin “nasıl maksimum fayda sağlayabiliriz” anlayışından başka bir şey değildi. İnsanın insanı, devletlerin devletleri sömürdüğü yetmiyormuş gibi bu anlayış vesilesiyle makinelere de insanları sömürme yeteneği kazandırılmıştı. Kısa süre sonra Taylorcu anlayışa ilaveler yapacak olan “büyük patron” Henry Ford, Taylor’un teoriğini alıp pratize edecek ve mucidi olduğu “bant imalatıyla” zaten ruhunu kaybetmiş emekçinin, kendine bile yabancılaşmasını sağlayacaktır. İşçiler artık üretim bantlarının başında, kronometreyle çalışan ve makinelerin bir parçası haline gelmiş et yığınlarından başka bir şey değillerdi ve buna mecburlardı. Çünkü dışarıda büyük bir işsizlik, ekonomik buhran ve sefalet kol geziyordu. Üstelik bu sömürü düzeni öylesine sistematik işliyordu ki insanların sadece emekleri çalınmıyor, başka herhangi bir hak isteğinde bulunmaları da engelleniyordu. Modern çağın kölelik düzeninin makineleşmiş insanları neye itiraz edebilirlerdi ki? İşte Antonio Gramsci’ninmadunu,  Gayatri Chakravorty Spivak’ın “subalterni” tam olarak bu değil mi? Makine dişlilerinin birer çarkı haline gelmiş insanlar; ekonomik, sosyal, kültürel ve politik hayattan dışlanmış, sesini kimsenin duymadığı kalabalıklar haline gelmişlerdi. Charlie Chaplin’in “Modern Zamanlar”ı bu gerçekleri trajikomik bir şekilde, üstelikte bir madun gibi sessizce beyaz perdeye aktarmıştı. Yine belki de kinaye olarak sessiz filmlerle meşhur olan Charlie Chaplin ilk kez bu filmde bir şarkı söyleyerek “sesini yükseltmişti” …

“Aykırı” oyuncu Şarlo; makineleşen, esir tüccarına dönüşen, Hitler faşizmini andıran Hollywood’a dev bir ayna tutmuş, Hollywood’un kendisine sağladığı imkânlarla hikayesini anlatmış yani kapitalizmi ve temsil ettiği değerleri kendi silahlarıyla vurmuştur. Tabi ki sonuç itibariyle “özgürlükler ülkesi” ABD, Charlie Chaplin’in bu tutumu karşısında en iyi yaptığı işi yapıp kendisini “komünist” diye etiketlemiş ve Şarlo’nun kırgın olarak ülkesini terk edip İsviçre’ye yerleşmesine sebep olmuştur.

 

 

4. KESİK (2014): KİMSEYE YARANAMAYAN POPÜLİZM

Türk kökenli Alman yönetmen Fatih Akın’ın 2014 yapımı filmi “Kesik”; Ermeni kökenli bir Osmanlı vatandaşı Nazaret’in tehcir sebebiyle memleketi Mardin’den ve ailesinden ayrılışını, tehcir sürecinde başına gelenleri ve yıllar sonra kızlarının izini bularak Amerika’ya kadar iz sürmesini konu etmiştir. İlk gösterimi Venedik Film Festivalinde yapılmasına rağmen hem eleştirmenlerden hem de hikâyenin iki tarafı Ermeni ve Türklerden vasat not almıştır. Filmi izleyen Ermeni eleştirmenler filmi zayıf, Türk eleştirmenler ise mesnetsiz bulmuşlardır. Batı basınındaki ilk yansımalar, eleştirmenlerin filmi genel olarak zayıf bulduğunu göstermiştir. “Guardian, “Kesik”i, “duygusal derinlikten ve incelikten yoksun” bulurken, Variety dergisi, “Akın’ın epik filmi, Kesik’i yansıtmaya yetmedi” başlığını attı. Bazı sahneleri “okul müsameresi düzeyinde” bulanlar dahi oldu.”[9] Yine aynı şekilde filmin Ermenistan’daki ilk gösteriminde de filmin kahramanı Nazaret’in bencil, hırsız ve açgözlü olarak resmedildiğini, olumsuz bir Ermeni imajı çizilmek istendiği iddia edilmiştir. Yönetmen Fatih Akın’a Ermeni eleştirmenler tarafından; filmde soykırımın anlatılmadığı ve 1915’te Türklerin işlediği cinayet, tecavüz, hırsızlık gibi suçları daha sonra Amerikalıların ya da Ermenilerin tekrarlıyor olmasıyla bir denge kurulduğu yönünde eleştirilerde bulunulmuştur. En ilginç yorum olarak filmi izleyen bazı gazetecilerin filmi beğenmemelerinin sebebi ise Nazaret’in karısının bilerek “çirkin” seçildiği düşüncesidir.[10]

Türkiye’den gelen eleştirilerde ise Atilla Dorsay’ın “Ermeni olaylarını çözümleyici ve ikna edici, öğretici biçimde ele alan bir film değil”, Serdar Akbıyık’ın “filmi çok tek yanlı buldum. Filmin özellikle Türkiye’de geçen kısımları, Ortadoğu’da geçen kısımları bu anlamda bana çok sert geldi”, Şenay Aydemir’in “Film bir tempo ve inandırıcılık problemi yaşıyor” şeklindeki eleştirileri ön plana çıkıyor.[11]

Eleştiriler gösteriyor ki film hakkındaki ortak kanaat, Fatih Akın’ın ve senaryoyu birlikte yazdıkları Mardik Martin’in senaryoyu yazıp kurgularken ki temel stratejileri; “Ne şiş yansın, ne kebap”, “Ne yardan geçelim, ne serden”, “Suya sabuna dokunmayayım” şeklinde gerçekleşmiştir. Ayrıca Fatih Akın’ın 2010 yılında Ermenistan’a yaptığı ziyarette “bir soykırım filmi” çekeceğinin sözünü vermiş olması ve yaklaşık 5 yıl sonrada bu sözünü tutmuş şekilde Ermenistan’da tekrar boy göstermesi kendisinin “pazarlama stratejisine” Ermeni dünyasını da dahil etme isteğinin bir gerekliliği gibi gözükmektedir. Dolayısıyla film için kimseye yaranamayan popülist bir düzeyde kurgulanmış demek pekte yersiz olmayacaktır.

Türk asıllı bir yönetmenin gözünden “Ermeni Meselesi” hiç kimsenin derdine derman olamayacak şekilde anlatılmaya çalışılırken; ODTÜ’de uluslar arası ilişkiler doktorası yapmış Keisuke Wakisaka ise "Postkolonyalizm Açıdan Ermeni Meselesini Tekrar Değerlendirmek” isimli makalesiyle iktidarların ve güç odaklarının baskısı altındaki Ermeni Meselesi konusunu “madunların”, “subaltern”lerin gözünden görmeye çalışarak sadra şifa olmaya çalışmıştır. Doğrudan bu makalenin konusu olmamakla birlikte Wakisaka’nın çalışmasında Edward Said’in, Spivak’ın ve Marks’ın nazariyeleriyle “Ermeni Meselesi”ne bakışı bize Fatih Akın’ın "Kesik”inin yavanlığını göstermektedir.

Örneğin Wakizaka Spivak’ın subaltern nazariyesiyle Ermeni Meselesine baktığında, Ermeni elitlerin bu durumu “ezilen halka karşı soykırım”, Türk tarafının ise “Ermeni ihanetini en az hasarla atlatma süreci” olarak gördüğünü belirtiyor.[12]

Edward Said nazariyesinden ise bu meselenin Türk-Ermeni meselesinden çok Türkiye-Batı ilişkileri bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor. Said’in vurguladığı gibi, Avrupalı ülkeler, 15. yüzyıldan beri var olan kendi emperyalist sistemlerini meşrulaştırmak adına “Gelişmiş Batı-Vahşi Doğu” ikilemini yaratmıştır. Bu bağlamda Batı ülkelerinin Müslümanlar, Afrikalılar ve Asyalılara karşı yaptığı vahşetler ve katliamlar gizlenmektedir. Dolayısıyla bir “Doğulu” olan Türkiye’nin de vahşi ve geri kalmış gösterilebilmesi için “Ermeni Meselesi” Batı’nın kullandığı bir araç haline gelmiştir. Aynı şekilde Ermenistan devleti ve diasporasının da bu sözde soykırım iddialarını ve sözde Türkiye-Osmanlı barbarlığı söylemini sürekli diri tutmaya çalışmasının arkasında sosyo-ekonomik olarak çok kötü durumda olan, sürekli göç veren ülkelerinin ulus devlet olarak varlığını meşrulaştırma düşüncesi vardır. Yani Ermeni subaltern sınıfının sesini bastırmanın aracı, sözde Türk barbarlığı ve soykırım meselesidir.[13]

Ermeni meselesine Marksizm penceresinden bakıldığında ise “proletarya sınıfına ait olup sürekli ezilen masum Ermeniler” ve “burjuva sınıfına ait olup sürekli ezen acımasız Osmanlı-Türkiye ve Türkler” arasındaki sınıf çatışması olarak değerlendirildiğinin görüldüğünü belirtiyor Wakisaka. Ermeni milliyetçilerinin benimsediği Marksizm’in en önemli unsurlarından biri “tarihin sınıf çatışması yoluyla gelişmesi”dir. Bu bağlamda Ermeni ulusal hareketlerinin hedefi ise “ezilen proletarya” olarak geçen Ermenilerin kurtuluşudur. Bu yüzden modern Ermeni milli hareketleri ve Ermenilerin Osmanlı’ya karşı isyanları “ezen Osmanlı-Türkler” ve “ezilen Ermeniler” ikilemi ve “ezilenlerin ezenlere karşı çatışması” olarak tanımlanır. Taşnak ve Hınçak partileride bu minvalde örgütlenmişler ve oyunlarını buna göre kurmuşlardır. [14]

Sonuç itibariyle ortada biri Türk asıllı bir yönetmenin “sözünü tutmuş olmak ve PR alanını genişletmek için çekmiş olduğu izlenimi veren bir film, diğeri nesep olarak coğrafyamızla hiç ilgisi olmadığı halde meseleye sosyal bilimlerin ve tarihin ışığında bakmaya çalıştığını gördüğümüz bir makale var. Çıkarılabilecek sonuç ise “Kesik”teki popülizminin zaman kaybı olduğu ve kimseye yaranamadığıdır. Kaldı ki ince ama önemli bir nüans olarak filmde herkesin anadilinde konuşup da Ermenilerin İngilizce konuşuyor olması bile başlı başına bir popülizm endişesi, bir kolonyal dayatmanın ürünüdür...

5. KARA ŞAHİN DÜŞTÜ (2001): ÇEVİK BİR OPERASYON FİLMİ

            Amerika Birleşik Devletleri 11 Eylül saldırıları sonrasında terörizmle mücadele adı altında alenen birçok ülkeye müdahele ederek kendince “terörü yerinde ıslah” hareketine girişmiştir. El-Kaide isimli terör örgütü saldırıları üstlenince ABD hükümetine başka bir delil arama ihtiyacı gözetmeksizin, şeytanlaştırdığı bu örgüt üzerinden önce Afganistan sonra Irak’a elini kolunu sallayarak girmeyi başarmıştır. Bu savaş ve bir nevi işgal girişimlerini küresel çapta aklamak ve pekiştirmek için; politik söylemini kitle iletişim araçları üzerinden de sürdürmüştür. Hollywood sineması bu kitle iletişim araçları içerisindeki en büyük paya sahiptir. Politik söylemin, işgalin ve yıkımın; ideolojik ve hegemonik yapısının oluşturulmasında etkili bir araç olarak kullanılmıştır. Kara Şahin Düştü filmi hikâye olarak her ne kadar 1993 yılında Somali’de geçiyor olsa da yayın tarihi –sınırlı yayın da olsa– hemen Aralık 2001 tarihindedir. Yani 11 Eylül 2001 saldırılarından hemen 1 ay sonra, alelacele..! Tüm dünyada yayınlanması ise Ocak 2002’de gerçekleşmiştir.[15] Dolayısıyla gördük ki ABD savaş ve işgal politikalarını meşru gösterebilmek adına sadece güncel olayları değil geçmiş olayları bile acilen beyaz perdeye aktararak propaganda malzemesi olarak kullanmaya çalışmıştır/çalışmaktadır.

            Somali, 90’lı yıllarda SSCB’den yardım alan Etiyopya’ya karşı ABD tarafından “kollanan” bir ülke pozisyonundaydı. 1991 yılında sosyalist kökenli “diktatör” Siad Barre, diğer bir “diktatör” Muhammed Farah Aidid tarafından darbeyle indirilmiş ve sürgüne gönderilmiştir. Lakin bu diktatörlerin adı her ne olursa olsun, büyük emperyal planlar için küçük adımlar olmaktan öteye geçememişlerdir. ABD Somali’ye de demokrasi ihraç etmeye kalkışacak, Rusya (önceleri SSCB) Somali’nin potansiyel düşmanlarını destekleyecek, BM varolan açlığı gidermek yerine Türk komutan Çevik Bir önderliğinde “düzeni ıslah” adı altında düzensizliğe devam edecektir.[16] Somali’nin neredeyse tamamı “madun”dur! Somali’nin açlık ve sefaletten sesi reel manada bile çıkamamaktadır. Ama küresel oyun kurucular hala kolonyal hedefler peşindedir. Üstelik dalga geçercesine Kara Şahin Düştü diye bir film çekmekte ve sahne aralarında büyük diktatörlüklerini, küçük kuklaların “zulümleriyle” örtbas etmeye çalışmaktadırlar. Filmde zalim Aidid ve milisleri BM yardımlarına “musallat (!)” olan yerel halka ateş açmakta ve bunu gören Amerikan melekleri (Black Hawk isimli helikopterler) yerel halkın imdadına yetişmektedir. Hikâye bu ya 45 dakikada bitirilmesi planlanan Aidid “zulmüne” son verme operasyonu, bir Kara Şahin helikopterinin düşmesi üzerine uzamış, yüzlerce insan ölmüş lakin adeta birer “sabır taşı” olarak gösterilen ABD askerleri sivillere zarar vermemek adına öylesine hassas davranmışlardır ki bu mücadele tam 18 saat sürmüştür…

            ABD’nin o anki stratejisine göre 11 Eylül saldırılarını “Müslümanlar” yapmıştı ve hızla Somali’de bir operasyon filmi vizyona sokularak topyekûn Müslümanların terörizmle eşitlenmesi hedeflenmişti. Müslümanlar terörist, Amerikan askerleri kahraman gözükmeliydi ki okyanus aşırı tüm operasyonlar ve işgaller meşrulaşabilsin. Bu amacın emarelerini Kara Şahin Düştü’de çatışma sahneleri aralarına serpiştirilmiş olarak rahatlıkla görebiliyoruz. Örneğin film akışında hiçbir bağlantısı yokken sabah ezanı sahnesi görüyoruz birden bire (üstelik yer ve saat bildiren dış ses pekiştireci eşliğinde) ve silahlarının yanı başında gün doğumuna karşı namaz kılan Somali’li “Müslüman teröristler” giriveriyor kadraja…! Diğer bir sahnede büyük bir kahramanlık(!) göstergesi olarak BM tankları çok yoğun saldırı altında olmalarına rağmen kucağında çocuk olan bir yerliye “can bağışlıyor” ve geçmesine müsaade ediyor! Yine öyle bir sahne var ki tam ibretlik; çatışmanın arasında kalan bir kadını beyaz tenli bir Amerikan askeri canı pahasına koruyup alanın dışına çıkmasını sağlamaya çalışırken, siyahi bir Amerikan askeri ise yine beyaz bir askerin “hayır, hayır” nidaları eşliğinde kadına ateş edip öldürüveriyor! Yalancı kahramanlıkta bile siyahiler ikinci planda, beyazlar hep en kahraman… Son olarak yerli halk çatışmadan sağ kurtulan kahraman Amerikan askerlerini sevinçle karşılar, Hollywood tüm dünyaya ve iç pazarına nasıl kahraman askerleri olduğu mesajını vererek filmimizi mutlu sonla bitirir…

            Sömürgeciler Afrika-Asya topraklarını belki fiili olarak sömürmüyorlar ancak bu sömürü istekleri geçtiğinden değil, dünyada sömürü ve işgal yöntemleri değiştiği içindir. Artık bir yeri sömürmek için orada bulunmanıza bile gerek yok, kendi ülkenizde ellerinizle yetiştirdiğiniz kukla idareciler vasıtasıyla bu işi kolaylıkla yapabiliyor ve işi bittiğinde ellerinizle de kuklanızı yok ederek kahramanlık üzerine kahramanlık ekleyebiliyorsunuz… Ticari işgaller/iğfaller, iş savaş kışkırtıcılıkları, yerli despotlara destek ve sonunca Hollywood desteğiyle bağımsızlık ve özgürlük destanları… İşte yeni kolonyal düzen…

            6. SONUÇ  

            Fiili dekolonizasyon sürecinin akabinde dünyada hukuksal açıdan sömürgeler ve kolonyal faaliyetler ortadan kalkmış gibi gözükse de Batı dünyasının Afrika-Asya eksenindeki bölgesel planları farklı yöntemlerle sürmektedir. Batı dünyası eski sömürgelerinde ticari, sosyal, ekonomik, sanatsal, hukuki ve hatta azalmış olsa da askeri varlığını hala devam ettirmektedir. Hatta Suriye örneğinde olduğu gibi ABD, Rusya ve İran, Suriye topraklarından metre hesabıyla pay kapma yarışındalar. İran bölge haritası üzerinde kendince bir Şii hilali oluşturmaya çalışmakta, ABD terör örgütleri vasıtasıyla kendisine alan açmaya çalışmakta, Rusya ise sahiplendiği Tartus Limanıyla sıcak sulara kavuşma hayalini gerçekleştirmiş olup bunu muhafaza edebilmek adına zalim bir diktatöre arka çıkmaktadır. Bu üç kolonyal siyaset arasında Suriye’nin mazlum ve mağdur halkına sahip çıkmaya çalışan Türkiye ise yalnızlaştırılmakta, terör örgütleriyle mücadelesinde yalnız bırakılmaktadır. 3 milyondan fazla Suriyeliye ev sahipliği yapan ve DAEŞ, PKK, FETÖ gibi terör örgütleriyle mücadele eden Türkiye’nin bu çabaları tüm dünya ve küresel organizasyonlar (BM, AB vs…) tarafından desteksiz bırakılmaktadır.

            Batı dünyası Doğu’da her zaman çıkar odaklı olarak var olmaya devam edecek gibi görünmektedir. İşte bu bağlamda postkolonyal teoriden, Batının yazımızın ana öznesi olan sinema dahil tüm argümanlarını detaylıca incelemekte ve eğilimlerini tespit etmekte son derece mahir bir araç olarak faydalanılabilecektir. Batının amaç ve çıkarları doğrultusunda kullandığı her argüman postkolonyal teorinin ışığıyla aydınlatılmaya muhtaçtır. İncelediğimiz üç filmden ikisi Holywood yapımı, biri Alman yapımı olmasına, üçününde farklı zamanlarda çekilmiş olmasına, üçününde konusunun görünürde farklı olmasına rağmen asgari müşterekleri sömürge zihniyetlerinden izler taşımalarıdır. Modern Zamanlar bu izleri eleştirmeye çalışırken, Kesik filmi taşıdığı izlerin farkında bile değildir. Kara Şahin Düştü ise tam bir sömürgeciliği aklamaya yönelik operasyon filmidir. Sonuç itibariyle ister gişe kaygısıyla, ister birilerine yaranma telaşıyla, ister gerçekten olanı göstermeye çalışarak, isterse doğrudan amaca yönelik olsun sinema, zihin inşaasında önemli bir faktördür. Gücünü nereden aldığına bağlı olarak şekil değiştirir ve seyirciye her zaman olanı göstermediği gibi çoğu zaman olmasını istediğini göstermekte pek mahirdir…        

 

 

 

 

 

 


[1]Yusuf Ziya Gökçek, Postkolonyal Afrika Sineması, (Beykent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul 2011, s.52 

[2] Mahmut Mutman, Postkolonyalizm: Ölü Bir Disiplinin Hatıra Defteri. Toplumbilim Dergisi, 2010, No:25, s.117

[3] Bahar Rumelili, Batı Merkezcilik ve Postkolonyalizm, (Ed. Evren Balta), Küresel Siyasete Giriş: Kavramlar, Teoriler ve Süreçler, İletişim Yayınları, s. 203-220

[4] Emre Çıtak, Postkolonyalizm ve Batı Sinemasında Doğu-Batı Ayrımına Yönelik Postkolonyal Öğeler, Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl 7, Sayı 2, s.563

[5] Güneş Ayas (Ed.), Barbar Batı-Bir Aime Cesaire Kitabı, Doğu Kitabevi, 2015, İstanbul, s.28

[6] Edward W. Said, Şarkiyatçılık, Metis Yayınları, 2016, İstanbul, s.152

[7] Emre Çıtak, a.g.e, s.565

[8] Emre Çıtak, Postkolonyalizm ve Batı Sinemasında Doğu-Batı Ayrımına Yönelik Postkolonyal Öğeler, Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl 7, Sayı 2, s.564

[9] Can Dündar, Kesik, Bir Hesaplaşma Filmi, Cumhuriyet Gazetesi, 02.09.2014, http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/113509/_Kesik___bir_hesaplasma_filmi.html# (ET: 17.01.2017)

[10] Alin Ozinian, Ermenistan “The Cut”a Mesafeli, Agos Gazetesi, 04.02.2015, http://www.agos.com.tr/tr/yazi/10485/ermenistan-the-cut-a-mesafeli (ET:17.01.2017)

[12] Keisuke Wakizaka, Postkolonyalizm Açıdan Ermeni Meselesini Tekrar Değerlendirmek, Yüzüncü Yılında Ermeni Meselesi - İddialar, Yalanlar, Gerçekler, Kolektif, Aygan Yayıncılık, 2015 s.4

[13] Keisuke Wakizaka, a.g.e. s.7

[14] Keisuke Wakizaka, Postkolonyalizm Açıdan Ermeni Meselesini Tekrar Değerlendirmek, Yüzüncü Yılında

Ermeni Meselesi - İddialar, Yalanlar, Gerçekler, Kolektif, Aygan Yayıncılık, 2015 s.5

[16] Mehmet Özkan, Doğu Afrika Jeopolitiği ve Türkiye’nin Somali Politikası, SETA, İstanbul 2014, s.63